Türkiye’de “Demokrasi sorunu nasıl ve ne zaman ortaya çıktı” sorusu üzerine yapılan tartışmalar 90’lı yıllarda çok önem kazanmıştı. Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki engel Cumhuriyet’in inşası ve tek parti döneminden kalan bir siyasal miras mı ya da kültür mü sorusuyla yola çıkan yerli, yabancı yazarlar konuya farklı bakış açıları ortaya koymuştu.
Bu konuyu tartışmaya açan bir tür Kemalizm sorgulaması haline getiren sol, liberal ve İslamcı yazarlar farklı bakış açılarıyla tarihi okumalar ortaya koymuşlardı ve özünde “demokratikleşememe” eksenindeki tartışmayı gündemde tutmuşlardı. Bugün konu o kadar gündemde olmasa da Anayasa değişikliği bu değişimlerin en nihai aşaması olarak önümüzde duruyor. 90’lı yıllarda hararetle yaptığımız bu tartışmalar bu çerçevede tekrar gündemimize girdi. Ancak konu Meclis’te gördüğüm kadarıyla çok sığ argümanlarla tartışılıyor.
1990‘lı yıllarda demokratikleşme adına tartışılan ve demokratikleşmenin önünde engel sayılan pek çok konusu bugün artık aşıldı. Bu da merkez siyasette konumlanan muhafazakâr demokrat olarak kendini tanımlayan, milliyetçi, liberal, İslamcı çevrelerin bir ortak merkezi haline gelen, yer yer de sol çevrelerin de desteğini alan AK Parti iktidarı sayesinde oldu. Türk Ceza Kanunu’nun 312. maddesindeki değişiklikten, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kaldırılmasından başlayarak, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’ndaki değişikliğe, Bilgi Edinme Kanunu’na, Kürt meselesindeki açılıma kadar pek çok değişiklik bu 22 yıllık iktidar döneminde gerçekleşti. 2005 Diyarbakır konuşmasında “Her sorunu daha çok demokrasi, daha çok vatandaşlık hukuku ile çözeceğiz. Büyük devlet kendisi ile yüzleşerek hatalarını sevaplarını masaya yatırıyor. Kürt sorunu benim de sorunumdur. Sorunların parça parça adresi olmaz” diyen Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliği ve cesareti demokratikleşme için önemli adımlardan sadece birkaç tanesiydi.
Zaman içinde yaşanan konjonktürel değişimler ve kaos oluşturma çabalarına rağmen AK Parti ve Cumhur İttifakı bugün de kararlılığını sürdürüyor. Ve bunu tarihi bir görev addediyor. Anayasa değişikliği konusu da bunun en önemli ayağı. Burada en büyük tartışma da Türklük ve Anayasa'nın değiştirilemez maddesi olan Türkçe meselesine dayanıyor.
Bu tartışmalara bir taraftan güncel siyasetin içinde kulak verirken hanidir masamın üzerinde duran, tarih ve siyaset bilimi profesörü Nuray Mert’in “Cumhuriyet Tarihini Yeniden Okumak” kitabından dikkatimi çeken bir iki notu paylaşmak istiyorum.
Fikret Başkaya’nın Paradigmanın İflası kitabı bir dönem çok ilgi gösterdiğimiz kaynaklardan birisiydi. Cumhuriyet tarihi okumalarına farklı bir bakış açısı ortaya koyuyordu. Başkaya’ya göre Türkiye’de demokrasi sorunundaki algı yanılgısının sebebi Milli Mücadele konusundaki yaklaşımlar ve Cumhuriyet rejiminin tahliliydi.
O’na göre Cumhuriyetçi aydınların taşıdığı ideoloji kendi realitesine yabancı bir ideolojiydi. Kemalist iktidar tarihte eşine az rastlanır bir inkarcılığı dayatmış bu da kendi geçmişimizi toptan inkar biçiminde tezahür etmişti. “Kemalizm Türk toplumunda yaşayan insanların kendi kimliklerini tanımlayış biçimlerini değiştirmek amacıyla onlara yeni bir alternatif kimlik sunmak istedi, bu özelliği ile de halkçılığın kültürel boyutu ile çelişti” diyordu.
Bir başka sol tarihçi olan Levent Köker ise Cumhuriyet tarihi okumasında millet kavramına odaklanıyor, “Dini bir millet kavramı seküler olandan daha kavrayıcıdır” diyordu.
Osmanlı’da millet kavramı dinsel bir kavramdı, dinsel bir semboller silsilesine sahiptir. Millet kavramının dinsel olması birleştirici bir özellik taşımasına sebep olmuş.
Tanzimat ile birlikte millet gayrimüslimleri kapsayacak şekilde genişledi. Zamanla “millet” Osmanlılık ile özdeş oldu. Aynı dönemde Türk milliyetçiliği gelişmeye başlamıştı, ancak Jön Türkler’de olduğu gibi “Osmanlılık” esastı. Millet tanımının sadece Müslüman nüfusu tanımlar hale gelmesi ise Milli Mücadele sürecinde netleşti.
Müslümanlar ve İslam milleti tabirleri Arap vilayetleri ve Balkanların elden çıkması sonucunda sadece Türkleri ve Kürtleri içerecek hale gelmişti. Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan Müslümanların tümü Türk olarak tanımlanıyordu.
2. Meclis ile birlikte “tekçi” millet tanımı, Kemalist kadro ve muhaliflerinin ortak noktası haline geldi. Muhalefet de burada ortaya çıktı. Tek milletin din ile tanımlanıp tanımlanamayacağı sorusu merkezdeydi.
Laiklik ilkesi için dinin kontrol altına alınması gerekiyordu. “Müslüman ülkelerde sekülerleşme ihtimali yok.” diyen oryantalist önyargıya karşı Cumhuriyet bu konuda çok başarılı oldu.
Cumhuriyetin kurucu kimliği üzerine pek çok eser var. Mete Tunçay’ın eserleri bu bağlamda önemli. Tunçay, Cumhuriyet’in inşası sürecinde yaşanan tartışmaların aslında Türk-Müslüman tanımı çerçevesinde yapıldığını yazıyor. Tek parti dönemine ilişkin yapılan sorgulamalarda bu konunun büyük ölçüde ihmal edildiği kanaatinde.
İlk defa 1950 ‘de Demokrat Parti’nin kazandığı seçimde kullanılan Söz Milletin sloganı da bu çerçevede önemlidir. Bu slogan Cumhuriyet tarihinin en önemli tartışmasına vurgu yapar.
Tartışmanın odağında millet tanımının kimi kapsadığı sorusu var.
Türkiye’de muhalefetin kimliği de “milli kimlik” tanımının içine doldurduklarıyla farklılaşır. Sorun milli tanımının seküler mi yoksa İslam ögesi dahil edilerek mi tanımlanacağıdır. 1950’li yıllarda ortaya çıkan muhafazakâr ve İslamcı muhalefet odaklı tarih okumalarında Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun İslam kimliğini dışlaması eleştirilerin merkezinde yer alır.
Demokrasi tartışması bu puzzle’daki eksikler üzerinden bugün de devam ediyor.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.